Başka Bir Dünya, Kimlerin Umududur?
İnsan gereksinmelerini karşılayan kaynaklar sınırsız olsaydı iktisat biliminin ortaya çıkması da mümkün olmazdı. Ne var ki insanların ihtiyaçları sınırsız olmasına karşın bu ihtiyaçları karşılayacak mal ve hizmet miktarı sınırlıdır. Ekonomik kaynaklar sadece doğanın serbestçe sunduğu toprak, orman ve madenlerden oluşmamakta bunun yanı sıra fiziki ve zihnî emeğe de ihtiyaç duyulmaktadır.
Liberal görüşteki iktisatçılar, kapitalist piyasa ekonomisinin kıt kaynakların bölüştürülmesi için en verimli sistem olduğunu savunurlar. Temelde kapitalist sistem, sermaye emek karşıtlığını karakterize eden şeyin hem çıkar çatışması hem de karşılıklı bağımlılık olduğu üzerine kuruludur. Şöyle ki işçiler üretim araçlarını kendileri denetlemedikleri sürece patronlara yani sermayedarlara bağlıdırlar, patronlar da fabrika ve dükkanlarını işletebilmek için işçilere muhtaçtırlar. Özünde kuramın dayandığı temel argüman bu karşılıklı bağımlılık ilkesidir.
(Fotoğraf: Dr.Altar Kaplan)
Kapitalizmin karşıtı, liberallerce ütopik, uygulanamaz bir sistem olarak tanımlanan komünizme gelirsek, hiç öyle akademik, süslü cümleler içine dalarak komünist teoriyi anlatmayacağım; sadece gerçek, yaşanan yönünü söylemekle yetineceğim ki o da şudur, “günümüz ekonomisi az sayıda bazı insan için haddizatında kominizimdir.” Çünkü kapitalist sistemden nemalanıp zenginleşen üst kesim çoğu malın aslında ücretsiz olduğu bir dünyada yaşamaktadır. Yani servetleri sağlık, gıda, barınma, seyahat, güvenlik gibi temel ihtiyaçlarına kıyasla öyle büyüktür ki nadiren durup bu şeylerin bedeli üzerine düşünmeleri gerekir. Bu yönüyle kominizim birileri tarafından zaten hâlihazırda yaşanıyor sadece bu imkân adaletsizce dağıtılmış durumda. Bu da bize şunu gösteriyor ki komünizm, saf haliyle var olması mümkün olmasa da pankartlar da ya da sadece sloganlar da yer edecek kadar da ütopik bir teori değil, kelimenin tam anlamıyla bir vaka…
Bana göre komünizmin temel iddiası; hak etmek için yaptığımız işlerden ötürü değil, sırf insan olduğumuz ve bu sebeple her insanın düzgün bir yaşam standardına sahip olması gerektiğini ifade etmesidir.
Peki robotların, yapay zekanın yükselişe geçtiği, emek kıtlığının büyük oranda ortadan kalktığı, fikri mülkiyetin diğer mülkiyet türlerinden giderek daha değerli ve sürdürülebilir hale geldiği bir dünyada kapitalizm nasıl işlerliğine devam edebilir?
Doğrusu bu soruların cevapları benim ilgi alanıma girmiyor, hiç umurumda da değil. Nasıl olsa siyasi ve ekonomik seçkinlerimiz kendilerini büyük insanlık sevdalıları olarak lanse ederken, katlanarak artan adaletsizlikleri, acıları ve ölümleri üstünkörü cevaplarla nasıl meşrulaştırmayı başarıyorlarsa kendi menfaatleri icabı bu soruların cevabını da layıkıyla bulacaklarından eminim!
Benim için bu sorulardan daha önemlisi ve insani olanı şu; insan emeği üretim için gereksinim olmaktan çıktığında insanlar müşteri sıfatıyla gerekli olmayı sürdürseler de üretim unsuru olarak gereksizleştikçe yani zenginlerin işçilerin emeğini artık sömürmeye ihtiyacının kalmadığı bir dünyada, yoksulların zenginler için bir tehlike ve külfet haline gelmesi kaçınılmaz olmayacak mı?
Bu soruya cevap aramadan önce şunu dürüstlükle kabul edelim ki yaşadığımız dünyada her türlü sınıflandırmayı nesnel olarak tek bir ölçüte indirmek istesek, şüphesiz bu; şu ırktan bu ırktan, o dinden bu dinden, oralı buralı vs değil zenginler ve fakirler olarak şekillenir.
Hayati sorumuza dönersek, bunun en makul cevabı; patron işçiye muhtaçtır, onun potansiyel gücü karşısında korkuya kapılsa da ona ihtiyacı kalmayınca derhal ondan kurtulmaya çalışacaktır, şeklinde olabilir. Marx’ın, “Felsefenin Sefaleti” isimli eserindeki bir cümle aslında bu süreci özetlemektedir: “El değirmeni size feodal lordun olduğu toplumu verir; buharlı değirmen ise endüstriyel kapitalistin olduğu toplumu.” Dolayısıyla toplumdaki temel ekonomik ilişkiler değiştiğinde, o toplumdaki tüm toplumsal ilişkiler de onlarla birlikte değişir.
İsterseniz bu noktadan itibaren Marksist düşünür Peter Frase’nin “Dört Gelecek-Kapitalizmden Sonra Hayat” isimli kitabında açtığı izlekten geleceği tasavvur etmeye çalışalım.
Öncelikle, günümüzde mevcut olan ve büyük ölçüde silahlanmaya yönelik, her yönden militarizme kaymış endüstri toplumu neyi verir sizce? Tabi ki günü gelince savaşı. Daha açık bir ifadeyle bir zamanlar Kızılderililer, Afrika kabileleri, göçebe halklar gibi gereksiz hale gelen insan topluluklarının imhasını.
Bu süreç aynı, yapay zekâ ve otomasyonun geliştikçe, zamanında tarımda traktörler ve diğer makinelerin atları ve diğer koşum hayvanlarının önce azalıp sonra tamamen devreden çıkarmasına benzer bir şekilde insan emeğini denklemden çıkarması şeklinde ilerleyecektir.
O güne kadar zenginler güvenlikli sitelerinde, bir nevi gettolarında terör paranoyası ve biyolojik karantina gibi uygulamaları mazeret göstererek bir sefalet okyanusunun ortasındaki küçük servet adalarında, insansız hava araçları ve özel paralı askerlerle korunan kalelerinde yaşamaya devam edecekler. Geri kalanlar ise tabiri caizse bir küresel hapishanede yaşamaya mahkûm olacaklar.
Muhtemelen feodal topluma ait bir unsur olan koruma emeği çok daha habis bir biçimde yeniden zuhur edecek, işbirlikçi bir azınlık zenginlerin ya bedenen ya zihnen koruyucu ve bekçileri olarak istihdam edilecek. Onların külüne mazhar olanlar bile kendilerini şanslı sayacak.
Zenginlerin güdümündeki siyasi erk tahammül edilemez bir eşitsizliğin ve kitlesel bir işsizliğin hüküm sürdüğü dünyada kitleleri bir süre rüşvetle savuşturmayı deneyecek, yetmeyince güç kullanarak bastırmaya çalışacak. Ancak yoksullaştırılmış yığınlar var oldukları sürece onları uzakta tutmanın mümkün olmadığı bir gün kaçınılmaz bir şekilde gelip çatacak.
Belki bunlar size distopik bir gelecek tasavvuru olarak gelebilir ama bildiğimiz, içinde yaşadığımız endüstriyel kapitalizmin bizi başka bir geleceğe götürmesinin imkânsız olduğunu her geçen gün yeniden tecrübe ediyoruz. Gelecek az buçuk buna benzeyecek. Kabaca, insanların %99’un yoksulluğu ve buna karşın %1’in ezici zenginliği küresel bir realite iken gelecekte bizi farklı bir politik-sınıfsal-sosyal düzenin bekliyor olması pek mümkün değil.
Ne var ki kapitalizmin ahlaki kalıplara sığmayan muazzam insani maliyeti yerine nihayet komünizmin geleceğini söylemek de zor. Çünkü güç ellerindeyken, zenginler ayrıcalıklarından gönüllü olarak vazgeçmeyecekler ve ellerindekini paylaşmaya yanaşmayacaklar; çalkantılı ve çatışmalı bir süreç yaşansa da devlet aygıtının hayatın her yanına sindiği bir dünyada bu mücadelenin kazananı olmasa da kaybedeni gücü ellerinde bulunduranlar olmayacaktır.
Kaldı ki Nietzche’nin meşhur, “Canavarlarla savaşırken kendinde bir canavara dönüşmemeye dikkat et… Çünkü uçuruma uzun süre baktığında, uçurum da sana bakar,” aforizmasından hareketle, acımasız bir sisteme karşı mücadele edenlerin zamanla kendilerinin de acımasızlaşabileceklerini unutmamak lazım. Bu yazının sınırlarını aşan o kadar tarihsel örneği var ki bu durumun…
Geçmiş asırların ideolojileriyle geleceğin inşa edilemeyeceği de ortada. Nitekim Hofstadter’ın deyişiyle, “tüm izmler anti felsefedir, düşünmeden var olma yoludur.” Ha keza bu tartışma da bu yazının sınırlarını aşıyor…
Gelgelelim bu yazının başlığı olan, “başka bir dünya kimlerin umududur?” sorumuza. Küçük Prens’i her okuduğumda içimi burkan cümlesiyle bu soruyu yorumsuz cevaplamak istiyorum: “Ben onu anlıyordum. Yanlış yaptığında bile anlıyordum. Onu sevdiğim için anlayacak bir sebep buluyordum. O da öyle yapar sanmıştım.”
Mamafih ister fakir olsun ister zengin, başka bir dünya tüm iyi insanların umududur.
Bu yazıyı, her ne kadar Mark Twain’a atfedilse de eserlerinde rastlanmayan, “İnsanları kandırmak, kandırıldığına inandırmaktan daha kolaydır,” sözüyle noktalarken müsaadenizle, insanca bir yaşam için, “Herkesten yeteneği kadar, herkese ihtiyacı kadar!” diyerek, emeğin yaşamın sadece aracı değil temel amacı haline gelmesi gerektiğini vurgulayan iyi bir insanı selamlamam gerekiyor.
“Herkesten yeteneği kadar, herkese ihtiyacı kadar!”